İnsanın dünya macerası pek çok farkındalıklarla doludur. Ondan beklenen asıl şey, bu
durumu yaşamsal hâle getirmektir.
Ve dahi bu yetenek ona fazlasıyla verilmiştir.
Dünya hayatının geçici olan süsüne aldanmadan kendisine yüklenen görevleri ifa edecek yetenekle halk olunan insanoğlu, bu yönüyle yaratılan varlıkların en tepesinde olabilmeyi hak edebilecek potansiyele sahiptir.
Doğal olarak da bunun tam tersi olan süreçleri de yaşama imkânına duçar olabilecektir. Bu konudaki seçim ve irade sadece insana bırakılmıştır.
Varlığın en değerlisi konumunda olan insanın bu noktaya gelmesine vesile olan
“emaneti yüklenme” iradesi, doğal olarak onun bu yetenekle var edildiğini göstermektedir.
Ancak bu yeteneğin var olması demek onun her daim ve herkes tarafından aktif edileceğini göstermez.
Netice de bu işi aktif hâle getiren bireyle hem varlık değerini işlevsel kılmak ve hem de yüce Allah’ın güvenini boşa çıkarmamak gibi bir süreci deruhte etmişlerdir.
Yolda bulduklarımızın hemen hepsinin esasında bulmak zorunda olduklarımız temel
ilkeler olması, insanın bu çabasının ne denli değerli olduğunu da göstermektedir.
Onun çabası olmasaydı bahsedilen buluşların esamesi okunmayacak ve insan için var edilmiş olan dinden herhangi bir ize rastlayamayacaktık.
İşte bu nedenledir ki, insanın bu çabası son derece anlamlı ve bütünüyle takdire şayan bir uğraştır.
Varlıklar arasında yapılacak olan değer ve iş skalasında her daim başta gelen insanın bu yeteneklerle mücehhez yaratılmış olmasının payı olduğu muhakkaktır.
Yine onun, yüce Allah’ın
doğrudan muhatabı olması, işin rengini insan lehine değiştirmektedir. Belki de sırf bu nedenledir ki, insanın muhatap alınmış olması ve dahi ona yeryüzünü imar görevi verilmiş olması ne denli güçlü ve değerli bir varlıkla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Bunun farkında olan herkese saygı duymaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Müslümanların gündemini oluşturma süreçlerinde sürekli olarak tartışılan bir konu vardır:
Hocam, bu iş madem böyledir, peki hocalar bunu niçin açıklamazlar da herkes bilmez, onlar bilgileri saklıyorlar mı?
İslâmî alanda çalışan insanlara sorulan soruların en başında bu gelmektedir. Hele de mevcut kültürün yanlışlarını belirtmekteki cesareti olanlar için bu daha
da şiddetlidir.
Bizim meseleye bakışımız sorulan soru yönünden olmayacaktır. Çünkü sorunun
sorulduğu her şahıs konuyu bilememek gibi bir hatayla karşılaşabilir. O zaman ya mensup olduğu mezhebin görüşünü kesin doğru kabul eder, ya da bağlı olduğu grubun bakış açısını nihai doğru kabul eder.
Üçüncü bir şık ise, "cevap veremedi mi?" soruyu soranın mantığı gereği muhatabı sapıklıkla itham eder. O zaman da kendisini temize çıkarmış sayılır.
Bunlardan başka tercih edilen bir yol daha vardır ki, o da muhatabı rencide edici
şahsiyet yapmaya kadar gider.
Artık enaniyet ortaya atılmıştır ve söylenenin doğru olup olmadığına bakılmaz. Aksine olarak onun eski kültürüne uyup uymadığına bakılır.
Yani sağlaması eski kültürle yapılır ve genellikle de topyekûn reddedilir.
Eğer bu kişi meslekten birisi
ise; "nereden biliyorsun, o adamlardan daha iyi mi bileceksin, onlar her daim doğru söylerler, sen kim oluyorsun da şunu kabul etmiyorsun?... " gibi sorularla aslında kendini tanımladığından başkaca bir farkı yoktur.
Öyle ki meseleyi tartışacak bir hali yok, yeni doğruların dahi olabileceğine dair bir fikri de oluşmamış. Tarz hep aynı, eskiye uymuyorsa atıver gitsin. Giderken de kuyruğuna sapıklık damgasını tak ki kimseler inanmasın. Tarih boyunca da hep böyle olmamış mıdır!…
Olay, kabul veya ret meselesi değildir. Bilindiği kadar bu bir şahsiyet meselesidir. Çünkü onu kabul ederse yanlışlarından kurtulacaktır ki, ilk etapta o bunları doğru kabul ediyor.
İkinci aşamada ise başkasının kendinden daha çok bildiğini kabul edecektir ki, bu da ona ağır gelmektedir. Mücadele bu alana kaydı mı sonuç asla alınamaz. O zaman sizi ve onları tutanlar olur, suçlamalar ayyuka çıkar ve başka bir görüş olabileceği bir daha gündeme gelmeyecek şekilde silinip atılır.
Aslında durum bu kadar basit değildir. Bahsedilen durum olayın dış görünüşüdür.
Reddetmekle üstelik de suçlayarak temelinde çelişki olan bir tavır sergileniyordur. İçinde o fikrin doğru olabileceğine dair bir kuşku uyanmıştır veya biliyordur, fakat onu kabul etmekle hem bilmediğini kabul edecektir, hem de eski kültürüyle beraber oturduğu konumdan alaşağı olacaktır.
İşte bu duygudur ki onun dış görünüşünü saldırgan yapmaktadır. Yeni bir şeylerin varlığından kendisi de haberdardır, en azından hoşgörülü olması gerekirken tam aksi bir hareket içine girmektedir.
Olayın psiko-sosyal tahlilindeki iç boyut ne kadar baskın olursa olsun çevre kişiye o anda olumlu tepkide bulunmazsa veya onun o yöndeki değişimini fark etmezse sonuç yine aynı olacaktır. Kaçırılan bir fırsat değil, artık kafa karıştıran bir fikir olarak kalacaktır.
Onun bu tercihinin kendisini bütünüyle bağladığı ve ayrı kamplara yerleştirdiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Şimdi problemi farklı bir biçimde ortaya koyalım.
Eğer konunun bu şekilde bir doğru yanı veya ruhsat yanı varsa, insanları tek yönlü şartlandırmanın ne anlamı vardır.
Yönlendiren insanlar için vardır, çünkü onlar, bazı meseleleri aralarında tartışırlar, fakat halka açıklamazlar.
Bilirler ki sıradan kişiler bu gibi konuları duyduklarında bu meselenin suyunu çıkarırlar, bazı ibadetleri terk ederler endişesi yüzünden saklı tutarlar.
Mesela,
Hanefilerde bir insan sadece farz namazlarını kılmakla Allah’a karşı olan vazifesini yapmış olacağını, sünnet namazları ise rahat ve vakti bol olduğu zamanlarda kılıp sıkışık olduğu zamanlarda terk edebileceğini anlatmazlar.
Şafiiler ise kadına el dokundu mu bunu Hanefilere göre uygulamanın kolaylığını hiç anlatmazlar. Bunların hepsi ise mezheplerin aslında pratik uygulama alanları olduğunu isteyen kişinin istediği mezhepten kolayına gelen
hükmü taklit edebileceğini söylemezler. İnsanları birisine uymakla sınırlandırırlar.
Farklı görüşleri belirtip onların arasından seçimi halka bırakmazlar, kendileri dikte ettirirler.
Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş