Bu özellikle günümüzün kitle nevrozu için, yani anlamsızlık duygusu için geçerlidir. Hastalar artık Freud ve Adler çağındaki gibi aşağılık duygularından veya cinsel engellemelerden şikâyet etmiyor.
Bugün psikiyatriste gitmelerinin nedeni boşunalık duygularıdır. Onları, kliniklere vb.. yerlere çeken şey varoluşsal engellenmedir.
Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır…yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi…’’Albert Camus’’
Yaşamın anlamına ilişkin varoluşsal sorunun ve yaşamda anlam bulmaya yönelik varoluşsal arayışın, bugün insanları cinsel sorunlarından daha çok rahatsız ettiğini doğrulayan bir rapor Camus’un sözlerini hatırlatıyor tekrar…
Bir lise öğretmeni, öğrencilerinden kafalarını kurcalayan her türlü soruyu isimsiz olarak sormalarını ister. Sorular arasında uyuşturucu bağımlılığından, sekse, diğer gezegenlerdeki yaşama kadar her şey vardır, ama en çok sorulan soru (inanmak çok zor!) intiharla ilgilidir.
Ama bunun için neden toplumu suçluyoruz? Sosyojenik (toplumsal kökenli)bir nevroz teşhisimizde gerçekten haklı mıyız? Bugünün toplumunu ele alalım: Özünde her türlü ihtiyacı karşılar ama birisi hariç: Anlam ihtiyacı!
Hatta ihtiyaçlardan bazılarının günümüz toplumu tarafından yaratıldığını söyleyebiliriz ama anlam ihtiyacı doyumsuz kalır, hem de onca zenginliğimizin ortasında ve bu zenginliğe rağmen.
Toplumuzdaki zenginlik, sadece maddi şeylerde değil, boş zamanlarımızda da kendini göstermektedir. Bu bağlamda Jerry Mandel’e kulak vermemiz gerek: ‘’Teknoloji bizi yaşama (yaşamımızı sürdürme) becerilerinden yoksun bırakmıştır.”
Öğrenme teorisine dayalı davranış terapisi, daha önce psikanalizin uzun bir süre tartışmasız olarak elinde tuttuğu birçok alanı ele geçirdi. Davranış terapistleri, Freudçu kökenci inançların birçoğunun inançtan başka bir şey olmadığına ilişkin kanıtlar sunabiliyordu.
Her nevroz olayı çocukluk yıllarındaki travmatik olaylara veya id, ego ve süperego arasındaki çatışmalara bağlanamadığı gibi, psikanalizle değil, kısa süreli davranış terapisiyle sağlanan iyileşmelerden (kendiliğinden düzelmeler değilse) semptom ikamesi de gözlenmiyordu. Dolayısıyla davranışçılığın, nevrozu mitolojiden kurtardığı söylenebilir.
İster bilinçli, ister Bilinçdışı düzeyinde olsun, her tür psikoterapinin altında yatan insan kavramı insan boyutunu, insan olguları boyutunu da kapsamadığı sürece, çağımızın anlamsızlık, kişiliksizleşme, insansızlaşma (dehümanizasyon) gibi rahatsızlıklarıyla başa çıkmak mümkün değildir.
Norveçli bir psikolog olan Bjarne Kvilhaung, logoterapinin öğrenme teorisini yeniden insancıllaştırdığını (rehumanization)söylüyor. Batı Almanya mainz Üniversitesi’nde Psikiyatri Bölümünden Nikolaus Petrilowitsch, logoterapinin psikanalizi tekrar insancıllaştırdığını ve diğer bütün psikoterapi ekollerinden farklı olarak nevroz boyutunda kalmadığını söylüyor.
Ne demek istiyor?
Psikanaliz, nevrozu belli psikodinamiklerin sonucu olarak görür ve buna bağlı olarak sağlam bir aktarım ilişkisi gibi diğer psikodinamikleri devreye sokarak iyileştirmeye çalışır. Davranış terapisi ise nevrozu belli öğrenme veya şartlanma süreçlerine bağlar ve buna uygun olarak rahatsızlığı ortadan kaldırmak için yeniden öğrenmeyi veya yeniden şartlanmayı öngörür.
Ne var ki Petrilowitsch’in açıkça belirttiği gibi her iki durumda da terapi nevrozun bir düzleminde kalır. Ama logoterapi bu düzlemin ötesine geçerek insanı insan boyutuyla izler.
Kullanılan Kaynak;
E.FRANKL